31 Temmuz 2014 Perşembe

Cinayet Saati /Atillla İlhan

Haliç'te bir vapuru vurdular dört kişi 
Demirlemişti eli kolu bağlıydı ağlıyordu 
Dört bıçak çekip vurdular dört kişi 
Yemyeşil bir ay gökte dağılıyordu 

Deli cafer ismail tayfur ve şaşı 
Maktulün onbeş yıllık arkadaşı 
Üçü kamarot öteki aşçıbaşı 
Dört bıçak çekip vurdular dört kişi 

Cinayeti kör bir balıkçı gördü 
Ben gördüm kulaklarım gördü 
Vapur kudurdu kuduz gibi böğürdü 
Hiçbiriniz orada yoktunuz 

Demirlemişti eli kolu bağlıydı ağlıyordu 
On üç damla gözyaşını saydım 
Allahına kitabına sövüp saydım 
Şafak nabız gibi atıyordu 
Sarhoştum Kasımpaşa'daydım 
Hiçbiriniz orada yoktunuz 

Haliç'te bir vapuru vurdular dört kişi 
Polis kaatilleri arıyordu 
Deli cafer ismail tayfur ve şaşı 
Üzerime yüklediler bu işi 
Sarhoştum Kasımpaşa'daydım 
Vapuru onlar vurdu ben vurmadım 
Cinayeti kör bir balıkçı gördü 

Ben vursam kendimi vuracaktım

"Beyoğlu'nun En Güzel Abisi" Ahmet Ümit bir kez daha gündeme getirdi kitabında.
-Cinayet şiiri mi yazıyorsunuz? sorusu karşısında.

16 Temmuz 2014 Çarşamba

Yapıyla Yapıcılar /Nazım Hikmet

Yapıcılar türkü söylüyor, 
yapı türkü söyler gibi yapılmıyor ama. 
Bu iş biraz daha zor. 

Yapıcıların yüreği 
bayram yeri gibi cıvıl cıvıl, 
ama yapı yeri bayram yeri değil. 
Yapı yeri toz toprak, 
çamur, kar. 
Yapı yerinde ayağın burkulur, 
ellerin kanar. 
Yapı yerinde ne çay her zaman şekerli, 
her zaman sıcak, 
ne ekmek her zaman pamuk gibi yumuşak, 
ne herkes kahraman, 
ne dostlar vefalı her zaman. 

Türkü söyler gibi yapılmıyor yapı. 
Bu iş biraz daha zor. 
Zor mor ama 
yapı yükseliyor, yükseliyor. 
Saksılar konuldu pencerelere 
alt katlarında. 
İlk balkonlara güneşi taşıyor kuşlar 
kanatlarında. 
Bir yürek çarpıntısı var 
her putrelinde, her tuğlasında, her kerpicinde. 
Yükseliyor 
yükseliyor 
yükseliyor yapı kanter içinde.

1955-Moskova

5 Temmuz 2014 Cumartesi

Severmişim Meğer / Nazım Hikmet

Nâzım Hikmet 50 Yılın En Büyükleri Arasında 
Hürriyer, 3 Temmuz 2014
http://www.hurriyet.com.tr/kelebek/keyif/26731232.asp
"yıl 62 Mart 28
Prag-Berlin treninde pencerenin yanındayım
akşam oluyor
dumanlı ıslak ovaya akşamın yorgun bir kuş gibi inişini severmişim meğer
akşamın inişini yorgun kuşun inişine benzetmeyi sevmedim toprağı severmişim meğer
toprağı sevdim diyebilir mi onu bir kez olsun sürmeyen
ben sürmedim
Platonik biricik sevdam da buymuş meğer
meğer ırmağı severmişim
ister böyle kımıldanmadan aksın kıvrıla kıvrıla tepelerin eteğinde
doruklarına şatolar kondurulmuş Avrupa tepelerinin
ister uzasın göz alabildiğine dümdüz
bilirim aynı ırmakta yıkanılmaz bir kere bile
bilirim ırmak yeni ışıklar getirecek sen göremeyeceksin
bilirim ömrümüz beygirinkinden azıcık uzun karganınkinden alabildiğine kısa
bilirim benden önce duyulmuş bu keder
benden sonra da duyulacak
benden önce söylenmiş bunların hepsi bin kere
benden sonra da söylenecek
gökyüzünü severmişim meğer
kapalı olsun açık olsun
Borodino savaş alanında Andırey’in sırtüstü seyrettiği gök kubbe
hapiste Türkçeye çevirdim iki cildini Savaşla Barış’ın
kulağıma sesler geliyor
gök kubbeden değil meydan yerinden
gardiyanlar birini dövüyor yine
ağaçları severmişim meğer
çırılçıplak kayınlar Moskova dolaylarında Peredelkino’da kışın
çıkarlar karşıma alçakgönüllü kibar
kayınlar Rus sayılıyor kavakları Türk saydığımız gibi
İzmir’in kavakları
dökülür yaprakları
bize de Çakıcı derler
yar fidan boylum
yakarız konakları
Ilgaz ormanlarında yıl 920 bir keten mendil astım bir çam dalına
ucu işlemeli
yolları severmişim meğer
asfaltını da
Vera direksiyonda Moskova’dan Kırım’a gidiyoruz Koktebel’e
asıl adı Göktepe ili
bir kapalı kutuda ikimiz
dünya akıyor iki yandan dışarda dilsiz uzak
hiç kimseyle hiçbir zaman böyle yakın olmadım
eşkiyalar çıktı karşıma Bolu’dan inerken Gerede’ye kırmızı yolda ve yaşım on sekiz
yaylıda canımdan gayri alacakları eşyam da yok
ve on sekizimde en değersiz eşyamız canımızdır
bunu bir kere daha yazdımdı
çamurlu karanlık sokakta bata çıka Karagöz’e gidiyorum Ramazan gecesi
önde körüklü kaat fener
belki böyle bir şey olmadı
….
çiçekler geldi aklıma her nedense
gelincikler kaktüsler fulyalar
İstanbul’da Kadıköy’de Fulya tarlasında öptüm Marika’yı
ağzı acıbadem kokuyoryaşım on yedi
kolan vurdu yüreğim salıncak buluklara girdi çıktı
çiçekleri severmişim meğer
üç kırmızı karanfil yolladı bana hapishaneye yoldaşlar 1948
yıldızları hatırladım

severmişim meğer
gözümün önüne kar yağışı geliyor
ağır ağır dilsiz kuşbaşısı da buram buram tipisi de
meğer kar yağışını severmişim
güneşi severmişim meğer
şimdi şu vişne reçeline bulanmış batarken bile
güneş İstanbul’da da kimi kere renkli kartpostallardaki gibi batar
ama onun resmini sen öyle yapmayacaksın
meğer denizi severmişim
hem de nasıl
ama Ayvazofki’nin denizleri bir yana
bulutları severmişim meğer
ister altlarında olayım ister üstlerinde
ister devlere benzesinler ister ak tüylü hayvanlara
ayışığı geliyor aklıma en aygın baygın en yalancısı en küçük burjuvası
severmişim
yağmuru severmişim meğer
ağ gibi de inse üstüme ve damlayıp dağılsa da camlarımda yüreğim
beni olduğum yerde bırakır ağlara dolanık ya da bir damlanın
içinde ve çıkar yolculuğa hartada çizilmemiş bir memlekete gider
yağmuru severmişim meğer
ama neden birdenbire keşfettim bu sevdaları Prag-Berlin treninde
yanında pencerenin
altıncı cıgaramı yaktığımdan mı
bir eski ölümdür benim için
Moskova’da kalan birilerini düşündüğümden mi geberesiye
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
zifiri karanlıkta gidiyor tren
zifiri karanlığı severmişim meğer
kıvılcımlar uçuşuyor lokomotiften
kıvılcımları severmişim meğer
meğer ne çok şeyi severmişim de altmışında farkına vardım bunun
Prag-Berlin treninde yanında pencerenin yeryüzünü dönülmez bir
yolculuğa çıkmışım gibi seyrederek"